NURETTİN TOPÇU - TÜRKİYE'NİN MAARİF DAVASI (GENİŞ ÖZET)

Nurettin Topçu maarif davasının ehemmiyetini her şeyden üstün tutmuştur. Bu anlamda Türk Eğitim sistemi ile ilgili eleştiri ve önerilerini çeşitli makale ve konferanslarında dile getirmiştir. Nurettin Topçu’nun bu makale ve konferanslarını derleyerek Türkiye’nin Maarif Davası isminde kitap haline getiren Dergah yayınları, milletimiz gençliğinin ve muallimlerinin istifadesine sunmuştur. Biz bu kitap tanıtımında kitaptan özet alıntılar yaparak kitap özelinde Nurettin Topçunun fikirlerini anlamaya yönelik bir yolculuğa çıkmış olacağız.

BEKLENEN GENÇLİK:


Her büyük mütefekkirin bir gençlik tahayyülü vardır. Biz bunu Mehmet Akif’in Asımın Neslinde, Necip Fazıl’ın Büyü Doğu Neslinde, Sezai Karakoç’un Diriliş neslinde ve burada zikretmeden geçilemeyecek Ali Ulvi Kurucu’nun ateşler içinde fakat yanmayan gençliğinde görebiliriz. Üstat Nurettin Topçu gençlik tahayyülünü Beklenen Gençlik yazısında ortaya koyuyor. Biz burada kitaptaki bu bölümden kısa bir alıntı ile Topçu’nun gençlik tahayyülünü özetlemeye çalıştık. Topçu, gençliğin bitmeyen enerjisi ile hayat aşısı verilen milletlerin mutlaka medeniyet basamaklarında yükseleceğini ifade ediyor. Gençliğe verilecek hayat aşısını yapma görevinin de ancak maarif sisteminin işi olduğunu ortaya koyarak öncü neslin inşasında eğitimin ve öğretmenin önemini hatırlatıyor.


Gençlik, geleceğin tohumudur. Bu tohumun özüne bakarak yarınımızı keşfedebiliriz. Her devrin gençliği, kendi enerjisini harcayabildiği âlemde yaşıyor. Eski Mısır’ın gençliği tabiatla çetin mücadelenin sahnesinde, Sümer gençliği tapınakta, Yunan gençliği olimpiyatlarda, Roma gençliği ise forumda kendi siması ile görünmektedir. İlk İslam dünyasının yaşattığı gençlik, insanlığa hayır ve hizmet yarışında iken Cengiz ve Moğol gençlerinin, kestikleri kafalardan kule yapmak hususunda yarıştıkları görülmektedir.

Ashap devri, İslam’ın ilk genç devridir. Osmanlılar, asırlarca yaşlanarak kocamış olan bu aşk ve iman ağacına yeniden gençlik aşısı yaptılar. Yavuz Selim sanki Hattabın oğlu Ömer’in tekrarlanan gençliğidir. İslam’ın ilk cihadı olan Bedir’in sevgisiyle harekete geçerek Medine dışında düşmanı karşılamakta ısrar eden ilk İslam gençleri Uhud’da can verirken sekiz yüzyıl sonra üzerlerine lav gibi ateş akıtan Bizans’ın surlarına tırmanmak için “bugün şehitlik sırası bizimdir” diye şehitliği paylaşamayan Fatih askerlerinin gençliği oldular. Anadolu’da devlet kuran Müslüman Türkün simasını, Alparslan’ın yaşama aşkını Allah sevdasıyla birleştirerek kendinden rahmet ve sevgi taşıyan gençliğinde görüyoruz. Bu sima, asırların arasında olgunlaşarak Osman’ın adalet ahlakiyle Murad’ın şahadet sevdasında kemalini buldu. XVII. Asra kadar bu muhteşem şahsiyet olgunlaşmasına bütün insanlığın hayranlığı çevrildi. Dünyanın en heybetli gençliğini hayata çıkarmıştık. Ancak, erginlik çağından sonra ihtiyarlayan her canlı varlık gibi, milletimizin tarihi de o muhteşem gençlik devrini aşarak yorgunluk çağını tanıdı. Son üç asırdan beri bu harikulade şahsiyetin çözüldüğünü görüyoruz. Bazen bozgunla biten bir harbin yıkamadığı ruhları, zafer uyuşturuyor ve bir nesli kendinden geçirtebiliyor. Kurtuluş Harbinden önceki devirde, vatan parçası diye Yemen çöllerine koşan bir gençlik vardı. Cumhuriyet gençliği için Anadolu’da hizmet teklifi, çoğu kere sürgüne gönderilmek manasına geliyor. Bu asrın başından beri hamle yapmak isteyen gençliğimizin sonu yıkımla neticelendi. Her yıkılışın sebebi benliğimizden kaçarak, batının taklitçiliğine sığınma sevdamızdır. İlk olarak Servet-i Fünun’un temsil ettiği cılız, cesaretsiz, imansız ve bitik bir gençlik ortaya çıktı. Mai ve Siyah romanındaki Ahmet Cemil’in hasta varlığı, bir iman buhranının kurbanıdır. Onda artık ne Bedr’in aslanlarından, ne de Alpaslan’ın âleme rahmet taşıran ruhundan bir damla kalmıştır. Bu nesil, kendini inkâr ederek batıya çevrilmek isterken, materyalizmin ve pozitivizmin çorak zemininde kendi kurbanlarını verdi. Geçen asırdan beri sahneye çıkan yeni taklit rüzgârı sırası ile bizi Fransız, Alman, Amerikan modalarına tabi kıldıktan sonra, ruh ve kültür buhranı iradesiz varlığımız bir yandan Japon kıyılarına öbür taraftan Çin ve Slav davası olan anarşist bir sistemden gıdalaşmaya kadar götürdü. Hayat mücadelesinde olduğu gibi fikir mücadelesinde de düşmana karşı koyarken düşmanın silahları kullanıldı. Ruh ve dava cephesinde düşmanla aynı silahı kullanmanın düşman ruhuna minnettarlık olduğu bilinmedi. Düşmanın başvurduğu vasıtalarla antlaşmanın sonunda düşman ruhuna teslim oluşun gerçekleşeceği düşünülmedi. Yabancı vasıtaları kullanarak şahsiyet kazanılamazdı. Bugün artık kutsallaştırdığı uzvi yapının sakat sinirleriyle kıvranan nesli tedavi için, tam hastalığını bulunduğu yerden işe başlamak lazım geliyor. Uzviyetten ilme, ilimden felsefeye, felsefeden sanata ve ahlaka ve nihayet dine yükselmemiz lazımdır. Böyle adım adım yürüyüş, hasta, hem de şaşkın bir nesli Allah’a götüren yolda yeniden canlandırılabilir. Bu iş bir maarif işidir ve bir neslin kurtuluşunu ancak maarifinin yükselmesinde aramak lazımdır.

MİLLET MAARİFİ:

Millet ruhunu yapan maariftir. Maarifin düşmesi millet ruhunu yerlere serer. Maarife değer vermeyiş millet ruhunun yıkılışını hazırlar. Maarif hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider. Şu halde millet, maarifi demektir. Fertte olduğu gibi millet vücudunda da iki unsur birleşmiş bulunur. Biri verasetle ecdattan getirdiği, öbürü maarifle getirdiği eğitimdir. Ecdadın veraseti tarih şuuru içinde saklıdır. Eğitim ise maarifin hizmetidir. Bizde ecdat ruhunu yaşatıcı tarih şuurunu besleyen ve canlı tutan maarif olduğu gibi, onu yıkan ve çürüten de yine maariftir. Fikir ve irfan hayatımız üç yüz yıl çorak bir çölde bocaladıktan sonra kurtuluş yolunu arayanlar, geçen asrın sonlarından başlayarak kısa aralıklarla hamleler yapıp Batı kültür ve maarifinin kucağına sığındılar. Yeniler, bunaltıcı karanlıktan sıyrılmanın çaresini, her şeyden önce kendi varlığımızdan sıyrılıp uzaklaşmada aradılar. Yüzyıldan fazla zamandır sırası ile Fransız, Alman, İngiliz kültür ve maarifine teslim olduktan sora bugün Avrupa için bile korkunç yıkım kaynağı olan Amerikan maarifine sığınma cinayetini işlemekten çekinmediler. Bu maksatla kurulan okullardan kalbini bütün bir ömür koruyabilmekle övünen kahramanlar çıkmayacak, vaktiyle Yıldırım ve Yavuzun tahtı para ile satın alınamamıştı. Vatan hamiyeti ve millet kaygısı onların kalbini kılıçları kadar keskin yapmış ve onlar kutsal vatana çevrildikleri zaman, kalplerinin çarpıntısını kılıçlarının kabzasında dinlemişlerdi. Bu gün halk eğitimi, kalp terbiyesine yönelecek yerde televizyon ve lüks yaşam heveslerini besleyerek insanı makine denen zehirli aletin esaretine sokmaktadır. İnsan, artık başkasının kölesi olmuyor, lakin insanlık makinenin kölesi olmak için çılgın bir yarış içindedir. Eskiden şiir meraklısı olan geçlerin yerinde bugün otomobil kullanma heveslisi olan gençler bulunuyor. Hakikatte makine bizden intikam alıyor. Topraktan çıkartılan demir arza musallat olan hırslarımızdan böyle intikam alıyor. Bütün dünyanın ve makinenin şampiyonlarının malları gözlerimizi boyadığı ve evlerimizin iç aydınlığını olanlardan aldığımız müddetçe, millet maarifi, iktisadi kuvvetin yanında zayıflamakta ve silahlarını, köklerinden kopup ayrılmış bir cemiyette, gönüllü olarak iktisadi tahakküme terk etmektedir. Biz bite, tahtakurusuna kızmasını biliyoruz, onları getiren pis vücuttan iğrenmesini bilmiyoruz.

Güzel dilimizi vaktiyle Divan edebiyatının nesircileri kurutuyordu; şimdi onu Dil Kurumu boğazlamaktadır. Nitekim “Osmanlıca” diye asırlar içerisinde gelişen Türk dili hançerlendikten sonra batılı kelimeler dilimize kolayca akın etmeye başladı. Gün geçtikçe ifademizin güzellikleri ortadan kalkmaktadır. Dinde ve dilde, sanatta ve devlette büyük millet varlığımızın sönük bir hayal haline gelerek bize veda ettiği bir devrin yetimleriyiz. Onu yok olmaktan kurtaracak olan yine millet maarifidir. Bu maarifin ilkokulundan üniversitesine kadar bütün basamaklarında bin yıllık millet iradesiyle bindörtyüz yıllık millet karakteri yaşatılırsa bizim olacaktır. Bugünkü mektebin dışında barınan yıkıcı kuvvetler onun kurucu gücünün kat kat üstündedirler. Gazete, radyo, kontrolsüz ve boğucu neşriyat, sinema, batının zehirli akımları gibi daha sayamadığımız pek çok sebep millet mektebi kurmaya ve bir millet maarifi yaşatmaya engeldir. Bugünkü maarif kaba tekniğin peşinde, batının zehirli akımına kapılarını açmış, Yahudiliğin oltası bir demokrasi anlayışının kurbanı zavallı bir kurumdur. Millet maarifini tekrar canlandırarak hayata hâkim olması ve mektebi ezen bütün bu kuvvetlerin hâkimiyetine son verilmesi lazım geliyor. Bol gelirli istikbal hazırlayarak değil, bu kuvvetlerin tasallutundan kurtardığımız vakit, işte o zaman çocuklarımızı ve milletimizi kurtarmış olacağız. Mesele önce bu iradeyi elde etmek, sonra bu işin nasıl yapılacağını hesaplamak meselesidir. Zamanımızın istiklal savaşı, bu cephede açılacak savaştır.

Bu gün büyük batı kültürünün ağırlık merkezi, hikmet ve felsefe, sanat ve edebiyat değildir, fizik ve kimya ilimlerini kendisine hizmetkâr yapan büyük tekniktir. Batı dünyası, kendi temellerini teşkil eden eski Yunan hikmetinin büyük üstadı Sokrat’ın felsefeyi fizikten ahlaka yükseltmesine karşılık, asrımızın insanını ahlaktan fiziğe çevirmiş bulunuyor. İkinci dünya harbinden bu yana batı maarifi kuruluşundaki ruh ve ahlakından bütün bütün sıyrılarak sanayinin emrine girdi. Bu hal batı medeniyetinin yıkılışıdır.

Bize gelince, binikiyüz yıldan beri tasavvufla yan yana gelişen hukuk ve kelam ilimleri İslam dünyasının kültürünü teşkil ediyordu. X. asırda kurulan Bağdat külliyesinde evrensel değere ulaştırılan İslam maarifi, XVII. Yüzyılda içtihat kapısının kapatılmasıyla ruhi feyzini kaybederek Aristo mantığının kısır çerçevesi içinde bunaldı. Daha X. Asırda İslam düşüncesinden kovulan felsefe ile beraber sosyal düşüncenin temeli olan tarih şuuru ve sanatta esas olan hayal gücünün yaratıcı aşkı, medresenin tanımadığı hatta suçladığı değerler halini aldı. Tarikatlar halka İslam’ın ahlakını aşılıyor, devlet hukukun bekçiliğini yapıyordu. Yunus ile Fuzuli’nin ruhundan taşan terennüm Akiflere kadar uzanıp geldiği halde medrese bunlardan habersizdi. Medresenin duvarları arasında ne Kur’an’ın alemlere taşan ruhundan bir tutam felsefe çıkarıldı, ne de sade kılıçlarının şakırtısı övülen Fatih’lerle Yavuz’ların Kur’an’a dem tutan ruh ve ilham dolu maveralarının manası anlaşıldı. Üçyüz yıl ilerleyen bu ruhsuzluk ve duygusuzluk, geçen asrın içinde medresenin kapılarını birer birer kapatan maarif inkılâbı ile sonuçlandı. Ancak asrın inkılâpçıları tarafından zorunlu görülen bu inkılâplar, reform mahiyetinde değildi. Yani medresenin ruhunu ıslah edici değil, onu yıkarak yerine Batının maarifini koyucu idi. Meşrutiyet devrinden beri eskilerle yenilik isteyenler arasında verilen bir savaş devam etti. Eskiler din ve İslam adına benliğimiz için değil, kuru kaideler adına savaştılar. Bunlar batından gelen her şeyi, her fikri Frenk herzesi diye suçladılar. Onların karşısında yenilik isteyenler, bir bataklıktan sıyrılabilmek için Garbın kucağına atılanlardır. İnsanlığımızı kurtaracak ilmi, felsefeyi, hatta ahlakı orada aradılar. Bunların, hocanın zehirli nefesinden kurtulmak için çırpınırken Garptan aldıkları şeyin ne olduğunu tahlil edip görebilecek halleri yoktu. En nihayetinde eskilerin İslam’ın ruhunu gerçekle bütün bütün kaybetmiş, aşk ile kalbe karşılık vermeyen köhne silahları elbette kırılacaktı ve öyle oldu. Garp kalesine sığınan yenilik taraftarları üstünlüğü sağladı ve eskileri susturdular. Cumhuriyet devrinin inkılâpçıları harekete geçtiği zaman eskilerin yapacağı bir şey kalmamıştı. Eskilerin Frenk dilinin öğrenilmesini küfür saymalarına karşılık yeniler Arapça ve Farsça dersleri okullardan kaldırdılar. Mektepten din kültürü kovuldu. Arkasından milli tarih ve millet dili müthiş bir şamar yedi. İlk, orta ve yüksek öğretimde pozitivist görüşün hâkim olduğu otuz beş yılın sonunda lise programlarında yapılan yeni bir değişme ile psikoloji dersi, laboratuar deneylerinden ibaret bir teknik bilgisi haline getirilerek ruh kültürü okuldan büsbütün kovuldu. Millet dili, milli tarih ve milletin ruhuyla bütün bağlarını koparmış olan, kültürün yerine tekniği oturtan bir maarif sisteminin hala milli eğitim diye adlandırılması Fransızların bu kelimeyi benimsediği zaman başlatılan taklitçiliğin yadigârıdır.

Bu gün bir mektep buhranı yaşamaktayız. Geride bıraktığımız bin yılın bir kısmı, ilahi ideallerin heyecanı ile onu ebedi yapacak mektebi kurmak için çok kanlar akıttı, sayısız kurban verdi. Son asırlarda ise yüzyıllarca süren emeklerin eserini istismar ediciler türedi. Bu bina yıkıldı. Şimdi milletin gerçek varlığı olan ruhunun harabesi karşımızdadır. Bizi Hakka götüren bir yol, aydınlığa açılan bir kapı lazım. Bu kapı mektebin kapısıdır. Bugünkü mektep insanın ruhunu yüceltmek için değil, makineye esir olarak midesinin saltanatını yaşatmak için açılmış kapıdır. Gençler, bina, fabrika, teknik hizmetlerde alacakları paranın hesabını yaparak bu kapıdan giriyorlar. Elbette onda hürmet, hayâ, vatanseverlik, sanat ve ahlak dersleri almayacaklardır. Mektep denen kutsal çatının altında bu gün usta-çırak münasebetinden başka bir şey yaşanmıyor. Mektep artık gençliğe karakter mayası aşılamıyor.

Bize bir insan mektebi lazım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın; vicdanlarınıza her an Allah’ın huzurunda yaşatmayı öğretsin.

MEKTEP:

Biliyoruz ki mektep, öğrenme yeridir. Hayatta her gün yeni şeyler öğrenmedeyiz. Lakin hayat, hadiselerinin sahip olduğu çokluk gözüyle ele alındığı zaman, mektep değildir. İsterseniz hayata da mektep deyiniz ancak hayat çok gayeli öğretim yapar, mektep ise tek gayeli öğretim yapar; hayat hadiselerinin manasız ne sebebi ve ne de hikmeti anlaşılmaz çokluğundan kurtararak zihinleri manalı ve tatmin verici birliğe ulaşır. Böylelikle, insan iradesine takip edeceği istikameti gösterir ve birliğe götüren her hareket gibi ruhi sonsuzluğun sevgisine kavuşturur. Bu sebepten denebilir ki mektep, mabettir.

Mektep çıraklık yeridir, diyebiliriz ki bir tezgâhtır. O tezgâhta usta yapar, çırak tekrarlar. Usta verir, çırak alır. Alınmamış, benimsenmemiş, benliğe mal edilmemiş bir ders, iyi bir ders sayılmaz. Mektepte alınan ders, ya bir tasavvurdur, hayale mal edilir; ya da bir aşktır, kalbe doldurulur. Bunlardan biri halinde benliğimize, girmeyip sadece hafızada, şuurun dışına asılı bir küfe yük halinde duran bilgiler verici öğretim, faydasız ve manasızdır. Bir takım formülleri sadece ezberleten muallim, benliğimizi iktidarından her gün bir parçasını yok etmektedir. İyi üstat, dışımızda yaşananı içimizde hayat yapabilen muallimdir. En iyi muallim, en büyük üstat şüphesiz ki hayattır. Ancak, ondan ders almasını bilmeyenler için muhtaç olduğumuz muallimler, hayatla benlimiz arasında köprü kurmuş bize daha yakından ve kendi dilimizle öğretici unsurlardır.

Âlim ve mütefekkir ise ancak kendine lazım olan, kendini işleyen şeyleri bilir, pek çok şeyleri bilmekle öğünen hafıza hamalları, hayatta hiçbir baltaya sap olmayanlar, hiçbir işe yaramayanlardır. Denizlerin yüzünde ne kadar gezinsek, bir defa olsun dibine dalmadıkça ondaki hayat hakkında bilgi sahibi olamıyoruz. Çocuğa her şeyi öğreten mektep, onu ne kadar düşüncesiz yapabiliyor! Daha ilkokulda bütün eşyanın bilgisini sunan, orta öğretimde cihan tarihini, cihanın coğrafyasıyla birlikte genç dimağlara aktarmak isteyen bu günkü mektep pek bedbahttır. Ruhlara istikamet verebilmekten uzaktır. Mektebin perişan ettiği şuurları, hayat insafsız pençesine geçirerek nice lüzumsuz ve katil bilgilerle doldurmakta, onlara bir çile devri yaşatmaktadır. Zamanımızın gitgide zenginleşen hayat hadiseleriyle genişleyen ilimleri hep birden kafasına sığdıracak insan tasavvur olunamaz. Böyle bir çaba hem israf hem de şahsiyet törpüleme ve şahsiyetinden kaçma neticesini doğurur. Zamanımız cemiyetlerinde bu sebepten ihtisas, hem kemiyet, hem de keyfiyet görüşüyle kaçınılmaz bir zaruret olmuştur.

Bir memleketin gençliği, aşkın irşatlarıyla Allah’a kadar götüren yolu kalp âleminde aramıyorsa, o memlekette ilk aşkın beşiği olan aile mektebi yok demektir. İstediği kadar evliler olsun, analar ve babalar aile kuramamışlardır. O memleket gençliğini kaybetmiştir. Bir cemaatin içinde yoksullara, sessiz sedasız hizmetten hoşlanan eller nasırlaşmışsa, yetimleri sevindiren bakışlar hırsla, velev cennet hırsıyla de olsa kararmışsa, o cemaatte din mektebi kurulmamış ve yıkılmış demektir. İstediği kadar dualar kubbeleri çınlatsın ve secdeler yerleri sarssın. Bir şehrin insanları, kalabalığın bulanık dalgasından sık sık kaçarak kırlara, ormanlara ve akarsulara sığınıp da onlarla konuşmaktan hoşlanmıyorlarsa, o şehirde sanat mektebi açılmamış demektir. İstediği kadar sinemalara gidilsin ve ses sahneleri havaları titretsin. Tekrar etmek gerekirse; mektep, ruha sunulacak iksirler halinde hakikatler üzerinde yapılan seçimle, alıcı gönüllerin birleştiği yerde vardır. Ticaretin kurnazlık ve cerbeze mektebi, ordunun disiplin ve itaat mektebi olduğunu biliriz. Memuriyetin vazife ve intizam mektebi, her çeşit ağalığın zulüm ve tahakküm mesleği olduğunu da biliyoruz. Dervişlik tahammül ve kanaat mektebidir, gönülsüzlüğün mesleğidir. Devlet, mesuliyetin mektebidir. Milli tarihimizde, Babıâli örnek bir siyaset mektebi oldu, devlet adamlarını yetiştirdi. Çekirdekten çıraklıkla yetişmeyip de demokrasinin oy oyunu ile tesadüflerle iktidara gelmek, kuvvet ve emniyet sağlayıcı, siyasi karakter sahibi bir devleti yaşatıcı olamaz. Yarınki devlet büyükleri, bu günkü devlet mektebinin çocukları olmalıdır. Ömürlerini bir tecrübe ilmi ve bir siyasi karakter uğruna harcamaları zaruridir. Yoksa ancak siyasi kumarbaz olurlar. Devlet, macera gemisi halinde, her günün fırtınaları arasında bocalar, durur.

Dinin de bir mektep olduğunda şüphe yoktur. Dindar adam, her an sonsuzluğun huzurunda bulunan ve her hareketi için ondan gelecek emri dinleyen, bu emri vicdanında ve onunla birlikte cemaatin vicdanı olan kitapta arayan adamdır. Hayat kaideleriyle yaşayan adamdır. Onun başkalarıyla münasebeti, alış verişi, vazifeleri ifası, hatta halk içinde dolaşması, oturup kalkması, bir takım ulvi kaidelerle yapılmaktadır. Kaidesiz, gelişigüzel yaşayıp gidense dinsizlerdir.

Ruh, değer ve manasını anlatmaya çalıştığımız mektep, bu izahlardan anlaşılıyor ki maddeden manaya yükselişin, disiplinin, çokluktan birliğe doru gidişin, kaidenin ve nizamın bulunduğu her yerde vardır. Nerede bunlar bulunmazsa orada da mektep yoktur. Hayatın muhteşem ve anarşik hamlesiyle mektebin kaideciliği birleşince içtimai hayat meydana geliyor. Mektepsiz hayat uçurumlara doğru hamleli akış halinde başlar, yuvarlandığı uçurumun dibinde dağınık, gayesiz ve ölü unsurlar halinde parçalanıp kalır. Böyle bir cemiyette fertler ümitsiz, iradesiz ve iktidarsızdır. Kendilerine inanamaz, birbirlerine tutunamazlar. Onda ilk yıkılan ahlak nizamıdır. Zira kaidesiz yaşayan insan bir hoyrat, bir hayvan, bir psikopat gibidir. İçerisinde devletin, ticaretin, ordunun ve çocukluğun da mektep haline getirildiği cemiyet mesut bir cemiyettir. İnsanoğlu denen bu yaratıkların ulusu için mektebi her yerde bulmak, her yerinde öğrenmek ve her yoldan Allaha gitmek kabil olsa bile halk için mektepler lazımdır. Hayatın her sahasında mektepleşme, kaideleşme, şuurlaşma hareketi zaruridir. Bugünkü mektep, bir sürü bilgeleri gayesiz, hedefsiz bir şaşkınlıkla genç dimağların rast gele bir köşesine tıkmak isteyen bir hafıza cihazından ibarettir. Evvelki sene kadar bile yaratıcı ve şahsiyet sahibi değildir. Bugünkü mektep, hayata dikkat etmesini bilen iyi bir müşahit, bir münekkit, bir muzdarip bile yetiştiremiyor.

Bir milletin bağrında yabancı mektep, yıkıcıdır, millet kültürüne sokulmuş hançerdir. Yabancı kültür dilenmekle zannedilen garplılaşmak da mümkün değildir. Deve hamuru yemekle deve olunmaz, deve olarak doğmak lazımdır. Yabancı küldür sadece milli kültür ağacının köklerini kurutur, onu soysuzlaştırır. Çocuklarına yabancı dil öğretmek için yabancı mektebe koşanlar, pire uğruna yorganlarını yakıyorlar. Bu adamlar, bir avuç su içmek için suda boğulanlardır. Mektep ancak milli mekteptir. Milli mektep aynı zamanda devlet mektebidir.

Mektep, ruh hayatının bütün mazisinin meyvelerini verici bir cihazdır. Mazisiz mektep olmaz. Mazisiz, geleneksiz mektep denemeleri, ortaya mektep yerine bir okuma yeri, konferans salonu ve yahut da bazen bir oyun çıkartmıştır. Mektep, manaya yükseliş birliğe yöneliş, kaide ve disiplindir. Bütün bunların birleşmesinden ruhani ve ilahi bir koku ruhlara dağılır. Mektebi aşk besler, metotlu düşünce yaşatır.

Bize, bütün hareketlerimiz için değer ve kaide sunacak, satıcıdan siyasiye, doktorundan gazeteciye, çocuktan ihtiyara kadar hepimizin yaşayışına ruh ve mana katacak, anlaşılmış, sistemleştirilmiş hikmetleri bütün birliği içinde saklayarak her âleme pencerelerini açacak büyük mektebin temel hakikatlerini ihtiva eden bir kitaba muhtacız. Bu kitabı, asrın anlayışıyla bütün hürriyet, bütün hikmet ve bütün hakikatiyle mektebimize temel yapmalıyız. Bu Kitap Kur’an dır.

Bu bahsi bitirirken, ahlak kanunlarının da her şeyi bilmemize karşı geldiğini, fenalıkların bilgisinin bizi fena yapabileceğini söylemek icap ediyor. Zira insan bir dereceye kadar öğrendiklerinin de esiridir. İyiyi bilen iyi olmak ister, fenayı bilen fena olmaya, farkında olsun olmasın heveslenir. Zira her bilgide bir cazibe vardır. Bilmek, harekete hazırlanmaktır. Fenalığın bilgisinden sonra fenalıktan korunmak için ayrıca bir mukavemet kuvvetine ihtiyaç vardır. Bu ise insanı yıpratır. Mamafih, fenalığı hem bilip hem de ona karşı koymak iktidarının ayrıca değer taşıyan bir atletizm olduğunu ilave edelim. Fenalıktan korunmak için, fenalıkların az çok bilgisine sahip olmak zarureti ise, tehlikeli bir makineye elimizi kaptırmamak için edinebileceğimiz bilgiden başka bir şey değildir.

MUALLİM:


Âdemoğlunu, beşikten alarak mezara kadar götürüp teslim eden, dünyanın en büyük mesuliyetine sahip insan muallimdir. Kaderimizin hakikatinin işleyicisi, karakterimizin yapıcısı, kalbimizin çevrildiği her yönde kurucusu odur. Fertler gibi, nesiller de onun eseridir. Farkında olsun olmasın, her ferdin şahsi tarihinde muallimin izleri bulunur. Devletleri ve medeniyetleri yapan da, yıkan da muallimlerdir. Muallime değer verildiği, muallimin hürmet gördüğü ülkede insanlar mesut ve faziletlidir. Muallimin alçaltıldığı, mesleğinin hor görüldüğü milletler düşmüştür, alçalmıştır ve şüphe yoktur ki bedbahttır. “Babam beni gökten yere indirdi. Hocam ise beni yerden göğe yükseltti” diyen İskender muallimi anlamıştır. Muallim, sade zekâların değil beşaretimizin, ibadetlerimizin müjdecisidir. İlk çağda muallim, hakim, yani hikmet adamı idi. Ortaçağda muallimlik rolü, zahitlerin din adamlarının eline geçti. Halkı yetiştiren, ruhlara istikamet veren onlardı. Rönesans’tan sonra muallimi, tabiat hadiselerinin arkasında ve onların ışığında ilerleyen laboratuarlarda, atölyelerde buluyoruz. İslam âleminde iki büyük maillimin siması göze çarpar. Medresenin hâkimi olan müderris üstatlar ve tarikat mürşitleri şeyhler.

Milletimiz hangi muallim tiplerini tanıdı?

Milletimizin ruhi temellerinden olan İslam’da Peygamber ilk muallimdi. Öğreten o, inandıran o, yürüten o idi. Devlet ve mektep işlerini birleştirmiş devleti mektep haline getirmişti. Sonraki devirlerde bu ikisi ayrılmakla beraber birbirlerine sımsıkı temas halini muhafaza ettiler ve devlet adamı muallimin emrinde bulunduğu müddetçe cemaat ikbal halinde yaşadı. Muallim, devlet adamının bendesi olduğu zaman cemaat bozuldu, felaket baş gösterdi.

Kur’an’la hadisin ebedi muallimliğinde bunları yükseltmekten başka emelleri olmayan Ömerlerin devrinde İslam âlemi en mesut devirlerini yaşadı. İmam-ı Azam gibi muallimleri kırbaçlatarak zindanlarda öldüren ve ilmin üstünde korkunç bir devlet tahakkümü yaşatan Abbasiler eğer Osman oğulları tarih sahnesine çıkmasaydı, ahlakın ve ilmin hamisi olan İslam medeniyetine son vereceklerdi.

Anadolu’ya fetihlerle yerleşen Oğuzlar, başlarında Nizamülmülk gibi bir muallim buldular. Gerçekten büyük bir muallim olan bu vezir, bu fetihlerin ruh ve manasını, ahlakını ve devamının şartlarını nesillere telkin edecek muallimleri, Bağdat’ta açtığı Nizamiye Medresesinde topladı. Daha sonra bu devlet binasının çatısını kuran Osmanlılar, muallimi baş tacı yaparak yükselmesini bildiler. Padişahlar, şehzadelerini muallime emanet ederler ve onların ruh yapılarını her bakımdan hocalarına teslim ederlerdi.

Orhan’ı yetiştiren, Fatih’i cihanda harika bir manevi olgunluğa sahip kılan muallimlerdir. İkinci Murat, mürşidine teslim bir zahit, Yavuz yalnız âlimin önünde eğilmesini bilen, muallimin mesuliyetlerine hürmeti bilmiş, kılıcının olduğu kadar ruh dünyasının da bir kahramanı idi. Dünyaya söz geçiren hükümdar yalnız müftüsüne itaat ediyordu. Âlimin atının ayağından sıçrayan çamurun bile şeref olduğunu kabul ediyordu.

Bizim bütün tarihimiz, muallimin yükseltildiği devirlerde şan ve şerefle medeniyet ve ahlakın zirvelerin tırmanmış, muallimin alçaltıldığı dönemlerde ise uçurumlara yuvarlanmıştır. Muallimin alçaltılması, onun devlet emrinde bir bende haline getirilmesiyle başlar. XVII. Asırdan beri, şeyhülislamların birçoğu, devlet siyasetinin telkiniyle fetvalarını vermeye başladılar. Gaye hükümdara yaranmak, vasıta ise ilim ve şeriat oldu. Zamanla medrese istiklalini kaybederek, tamamıyla devletin eline geçti. Müderrisler, devlete ait menfaatlerin simsarı oldular. Devlet siyasetini güdenler bu mevkilere getirildi. Sonra daha beşikte iken ulema denen sabilerin başına sarık sarıldı. Nihayet sonuncusu, muallimliğin meslek halinden çıkarılması oldu.

Medeniyetler muallimle kuruldu. Muallimi her devirde, o devrin ruh ve idealinin hüviyetine bürünmüş görüyoruz. Devirlerin idealizmini yaşatan muallimlerdir. Ruhumuzun sanatkârı, hayatımızın nazımı olan muallimin aramızdaki yerinin yüksekliğini, vazifesinin genişliğini ve ruhi mesuliyetinin pek ağır olduğunu maalesef gençlere değil, bu gün muallimlere hatırlatmak lüzumunu duyuyoruz. Muallim, gençlere bilmediklerini öğreten bir nakledici değildir. Bu iş, kitabın işidir, bilmediklerimiz kütüphanelerde bulunmaktadır. Muallim, genç ruhları bir örs üzerinde döverek işleyen bir demircidir. İlk tahsil çağlarından başlayarak, bilhassa edebiyat, felsefe, tarih gibi kültür derslerinin genci kâinat karşısında kendine mahsus görüşlere sahip, bizzat kendisi için hayat kaideleri yaratabilen bir bütün insan olarak yetiştirmesi lazımdır. Muallim ruhların sanatkârıdır. Hiç işlenmemiş ruhlar üzerinde onun lüzumunu daha aşikâr bir şekilde görüyoruz. Muallim bilen, öğreten, irşat eden, yol gösteren, terbiye eden, hülasa veli, mürebbi ve emin vasıflara sahip insan olacaktır. Ruhların mürşidi, hayatın nazımı ve istikbalin en emin kefili olacaktır. Toplumumuzda aile içindeki kuvvet ve birliğin yokluğu, fertte ruhi sarsıntıların sürekliliği, hayatımıza hakiki medeniyet ışıklarının giremeyişi hep ideal muallime olan ihtiyacımızın dehşetini göstermektedir.

Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Kullanıcısı değil, yapıcısıdır. Seyircisi değil, aktörüdür. O, en doğru, en güzel hayat örneğini yapar hazırlar bize sunar; biz yaşarız. Bizim vazifemiz, bu hayata anlayış katmaktır, anlayışla ona iştirak etmektir. Balını yemeyip yaptıktan sonra bize bırakan arının bu hareketini şuurlandırıp bir ideal haline getirirseniz, onda muallimi bulursunuz. O, ruhunuzdaki kat kat fetihlerin kahramanı ve şerefli sahibi olduğu halde, bu hayatı yaşamayı değil ona hizmeti tercih ile seçmiş fedakâr varlıktır.

Muallim, geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu halde buna tahammül etmesini bilen, tahammül etmesini seven idealdir. İdealin düşmanları karşısında bile bunlara “beddua et” denildiğinde “hayır, ben beddua için gönderilmedim” diyerek, “bir gün gelecek bunlar davamıza en büyük hizmetti yapacaklardır” diyen rahmet müjdecisidir.

Tahammülsüzlüğün, şikâyetin başladığı yerde muallimlik davası biter. Muallim, daima muvaffakiyetsizliğinin, zaaflarının sebebini arayarak kendini düzeltmeye çalışmalıdır. Gandi, talebelerinde hata görürse, bunun sebebinin nefsindeki kifayetsizlik olduğunu kabul ederek oruç tutuyordu. Muallim, kaderinin karşısına çıkardığı engellerle mücadele ederken sonuna kadar nefsinden fedakârlık yapmayı göze alabilen cesur insandır.

Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir. Ruhun ulvi olan isteklerine nefsinden her şeyi feda eden sevginin ferdi ulaştırdığı örnek insan mertebesidir. Muallim, hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. İman ve anlayış vasıtaları ile bizi tedavi eder. Ruhlarımıza sunar ve hakikat âleminden haberler verir. Tehdit ve dayakla öğretmek, muallimin işi değildir. Muallim, insan olan varlığımızı alır, ona sonsuzluk dünyası olan ruhi hayat istasyonlarında yol alacak kudretin ve değerlerin aşısını yapar. Ruhumuza aşılar yapan doktor olarak muallim, ruh dünyamızın hem duygu, hem bilgi, hem de irade bölgelerinde tedavisini ve aşılarını yapmaya mecburdur. Şayet bunlardan bir kısmı ihmal edilirse ruhi yapı buhran içinde kalır, sayıklar ve kendine gelemez. Duygular sahasında eğitim en küçük yaşta başlayacaktır. Kalbe yapılan ilk aşı, merhamet aşısıdır. Sonra, hemcinsini sevmek ve sevdiği için aldatmamak, ihmal etmemek aşıları yapılır, cemaat sevgisi verir.

Görülüyor ki muallim, bizim bütün ruh yapımızın ustasıdır. Böyle olunca da ondaki sakatlıkların hepsinden mesuldür. Eğer bir toplumda alış veriş pazarlıkla yapılıyorsa, çocuklar birbirlerini yumrukluyor, her biri birer baba olan büyükler birbirlerinden rüşvet alıyorlarsa… İnananların imanına inanmayanlar saldırıyor ve inananlar da birbirlerinden intikam alıyorsa, eğer fazilet tarih kitaplarında bir efsane diye okunuyor ve ancak en büyük lokmayı kazanmasını bilen insan yüceltiliyorsa, mazlumların yanında onların gözyaşlarını kurulayan da bulunmadığı halde zalimler alkıştan sağırlaşmış hale geliyorsa... Eğer çocuklar büyüklerden daha kurnaz, yaşlılarsa çocuklardan daha ümitsiz bir hayatın kurbanı haline gelmişse… İşte orada muallim vazifesini yapamamıştır. Orada muallim yok demektir. Ve o diyarda muallimlik iflas etmiştir.

Muallimin, her şeyden önce kendi şahsını örnek vermek suretiyle, talebenin ruh ve ahlakı üzerinde yapacağı işler şüphesiz pek çoktur. Bunların en başında merhamet ve adalet duygularını aşılamak gelir. Hoca talebesine karşı baba gibi merhametli olmalı, zulüm yapmamalıdır. Zülüm, kötü sözle, gözden düşürmekle, küçük görmekle, bir de intikamcı metotlarla not vermekle yapılır. Bu vasıtaları kullanan hoca gelecek nesiller ve insanlık için zalim hazırlamaktadır. Bazen mektepte en pısırık olanın hayatta zalim ve ceberut karakter kazandığına bakılırsa o adamın, bu karakteri kendilerinden zulüm gördüğü hocalarından almış olduğuna hükmetmelidir. Daha mektepte iken köylünün altınlarını nasıl toplayacağını hesaplayan doktor veya hangi vasıtalarla apartmanlar sahibi olacağını tasarlayan hukukçu genç, elbette hocalarından insani bir merhamet terbiyesi olmamış demektir. Adalet, okulda her an hâkim olması istenen bir ruh kuvvetidir. Muallimin, merhameti içinde tam manasıyla adil olması onun genç ruhlara tesir kuvvetinin en büyük sırrıdır. Muallim, para veya mevkiinde kalmak ve daha yükselmek için adalete uygunsuz vasıtaları kullanmaya başladığı zaman ruhlar öksüz kalır, kalplerde sefalet başlar.

Muallim meselesi, maarif davamızın ana meselesidir. Maarifi yapacak olan muallimdir. Şayet değerlendirilmezse, maarifi yıkan da o olur. Mektepte nöbet tutma ve bir takım kolların idaresi gibi vazifeler, muallimlik mesleğine vurulmuş darbelerdir. Koridorlarda talebeyi takip eden ve sınıflarda para toplayan muallim, ideal görevlerinden uzaklaştırılmış bir insandır. Onu mukaddes idealinden uzaklaştırıcı olan bu şartlar, zamanla doğurdukları alışkanlık yüzünden muallimi kitaptaki bahislerin sınıfta tekrarını yapan bir büro müstahdemi haline getiriyor. Vazifesi sınıflara vaktinde girmek ve nöbet zamanları koridorda görünmek, neşredilen dergileri tastamam imzalamak ve müdürü memnun etmekten ibaret olan, talebeye karşı muamelesinde çekingen, imtihanlarda idareli, cebindeki not defteri özel işaretlerle dolu altmış küsur meslekten herhangi birinin müntesibi küçük baremli bir memurdur.

MAARİF DAVAMIZ:

Maarifi meydana getiren dört ana unsur vardır. Bunlar; ders, talebe, muallim ve dar manada öğretim yeri olan mekteptir. Bu dört unsur, mektep denen içtimai müessesenin dört duvarı gibidir. Bu dört duvarın hepsinin de sağlam oluşu ile mektep ve maarif ayakta durur. Dersi, ezbercilik ve nakilcilikten ibaret olan; muallimi, her meslekten alınan; talebesi, hayatın her sahasına benliğini dağıtmış ve şehirlerinde kendi çocuklarına mahsus bir hayat sahası ayırmamış bir cemiyet içinde, henüz mektebinin çehresi bile çizilmemiş olunca orada gerçekten millet mektebi var denebilir mi? Ders, hakikatlerin araştırılmasıdır. Teknik ancak ilimlerin tatbikatı diye ve onlardan sonra ele alınır. Talebe hakikatler peşinde koşmayı meslek edinen insandır, gayesi manevi olgunlaşma olan bir mesleğin insanıdır, mekteplerin diploma müşterisi ve istikbalin mevki dilencisi değildir. Disiplinin, kâinattaki nizam gibi bir zaruret olduğuna inanmış, diğer içtimai sınıf insanlarına örnek olacak kabiliyette bir üstün insan namzetidir. Talebenin davranışları öyle olmalıdır ki, mabette olduğu gibi esnafla temasında da büyük ruhi varlığını hissettirmiş ve her yerde kendisine ve mesleğine karşı hürmet uyandırsın. Talebe, halkın girdiği her yere girmez, halk gibi konuşmaz, avare insanlar gibi yürümez. Bir şehrin maddi zabıtası polis teşkilatı olduğu gibi, manevi zabıtası da din adamlarının hemen yanında yer alan talebe zümresi olmalıdır. Katolik filozofu Olle Laprune kilisenin tahsil gençliğine hitap ederken: “Siz büyük adamlarsınız. Parlak elbiseler giymek size yakışmaz!” diyordu. Bütün mektep gençliğimize diyorum ki: “Siz büyük adamlarsınız, halka karışmak size yakışmaz! Siz halkın önünde yürüyeceksiniz.”

Şüphesiz, ruhumuzun bütün bölümlerini işleyip değerlendirecek olan büyük bir maariftir. Maarif, yalnız mektepte okutmak ve okuyanlara bir takım bilgiler vermek değildir. O, bir milletin bütün halinde, düşünme ve yaratıcılık sahasında seferber edilmesidir. Başka bir deyimle maarif, bir cemiyetin düşünüş tarzını, kültürünün ve ideallerinin cihazlanmasıdır. Maarif, bir milletin gençliğine ilimlerde olduğu gibi din hayatı içinde, memleket ve dünya hadiseleri karşısında metotlu düşünmeyi öğretir. Mekteplerde okutulan derslerin her biri metot binasının duvarlarından birinin yapıcısıdır. Bu işi yapan maarif, her gün hatalar ve hurafelerle bunalan insanlığın dimağında daima ameliyatlar yapan doktor gibi çalışır. Maarif, cemiyet içinde idealler doğurur. İdeal, genç ruhların hayat sahnesinde tırmanmayı gaye edindiği illim, sanat, ahlak ve din dünyasına ait zirvelerdir. Yeni bir ilim cereyanının açılması, bir sanat eserine hazırlık veya bir estetik anlayışının belirmesi, bir ahlak iradesinin yayılması veya dini bir hayata seferberlik edilmesi idealin doğması demektir.

Genel olarak, talebenin en iyi derece alanı mühendis ve doktor, orta derecedekiler hukukçu, ancak en geri olanların bir kısmı muallim olmak emelindedirler. Bu bilanço gösteriyor ki, mektepte okumak sadece pratik hayatta muvaffakiyete hazırlıktır. İlimden alınacak kuvvetle hayat nizamını değiştirme ideali, günlük hayatın realitesine feda edilmiş, ilim hayata teslim olmuştur. Her sahada muvaffakiyetin sırlarını araştıran ve pratik muvaffakiyete hakikat unvanını bağışlayan Amerikan felsefesi pragmatizm, her şeyden önce maarifte muvaffak olmuş bir musibettir. Bu sistemin dikkatsiz ve idealsiz hayranları, ilköğretimden başlayarak bütün maarif müesseselerinde, “insanı eşya vasıtasıyla” tanıtan, onu küçülten, karakterini yontan ve hayat bezirgânı haline koyan bir eşya terbiyesi kullanmaktadır. Mektep mabet olmaktan çıkmıştır ve hayatla mektep, hüviyetlerini karşılıklı mübadele halindedirler.

Medresenin, içinde okunan kitapların kalın cildini andıran tipik bir yapı tarzı vardır. Bu üslup, aynı zamanda kendi içine kapanan okuma adamının beli bükük oturuşunu da canlandırmaktaydı. Her nerede bu yapı tarzını görsek, oranın medrese olduğunu, orada kitap ve talebe bulunduğunu anlar ve sesimizi hürmetle alçaltırdık. Günümüzde talebe kütlesinin barındığı her yere mektep denildi. Ama yapı, bir mektep binası mıdır? Buna ehemmiyet veren olmadı. Her insanın gelişigüzel her çeşit iklimde barınamayacağı hesaba katılmadı. Eskimolarla zencilerin, Hintlilerle Sibiryalıların ayrı ayrı iklimleri olduğu gibi, talebenin de ruhuna uygun bir iklim vardır. Her binada ders okutulmaz. Barınılan binanın üslubundan taşarak ruhlara dağılan telkin, ilmin “hazır ol” kumandasıdır. Ancak böyle mekânlarda ders yapılabilir. Mabetteki “ibadete hazır ol” sesine benzer bir sesi her köşesinde sızdırmayan bina, mektep binası değildir. Yeni, mektepler açıldığı günden beri, kendinin olmayan binalarda muhacir veya sığıntı gibidir. Şöyle böyle mektep demeye değerli yeni ilkokul yapıları bertaraf edilirse, orta, lise ve yüksek okul binalarımız yoktur. Bunların kimi saray kimi konak bozması, kimi yurt, kimi devlet dairesi, kimi yunan mektep binası, kimi eski belediye dairesi, bir kısmı da mektep diye yapılmış, lakin mektep ruhiyle alakasız üslupta yapılardır. Hiçbiri mektep değildir. Ne yazık ki okullarımızın binaları mektep üslup fikrinden uzaktır. Hâlbuki memleketimizde bulunan yabancı okulların her birinin ayrı bir karakteristik üslubu göze çarpıyor. Fransız liselerinin, bir avlunun etrafını saran galerileri halinde, medreselerimizin loşluğuna mukabil Almanların, metafizik düşüncenin azametine teknik zaferin ışıklarını karıştıran kütle mimarisi; Amerikalıların, büyük bahçelerin içinde dağınık villalar halinde serpilen kolejleri, bu milletin mektep mimari üsluplarını yansıtmaktadır. Pek acı bir durumla karşı karşıyayız. Sadrazam konağının, vergi dairesinin, bankanın, kasap dükkanının birer yapı tarzı olsun; fakat insan ruhunu işlemekle görevli mektebin yapı tarzı olmasın!..

İLKÖĞRETİM:


İlkokula gelen çocuk, bazı kalıtımlara kabiliyet halinde sahip olmakla beraber henüz uzviyetinden ibaret maddi şahsiyetini yaşamaktadır. İlkokul onu şahsiyet sahibi olmaya hazırlamalıdır. Bunun için ruhi şahsiyetini eğitmeliyiz. Çocuğa ilk sunulacak olan hürmet duygusudur. Hürmet, alelade alçalma ve kendini inkâr veya eksiltme değildir. O, insanlık cevheri karşısında yaşanan sevgi ile karışık bir hayranlıktır. Bir nevi ibadet halidir. Aşkın, adeta bütün varlıklara çevrilen şeklidir. Hürmet halinde nisan, hürmet konusu olan varlığın huzurunda küçülmek istedikçe kendini yükselmiş, yükselmiş ve bizzat kendisinin üstüne yükselmiş hisseder. Küçülmek istedikçe yükseltilir. Terbiyede ilk işimiz çocuğa, hürmet denemesi yaptırmak olmalıdır. Önce tarihin ve ecdadın ruhlarından olaylara akseden büyüklükler anlatılmalı, ibadet böylece onlara öğretilmelidir. Zira hürmet, ibadetin temelidir, ruhudur. Hürmetsiz ve ibadetsiz insan birbirine saldırır, hürmetsiz gençlik mitinglerde yumruk yarışması yapar. Her sokak köşesinde dalaşan, birbirini tekmeleyen çocuklar uzvi yaşayışlarına terk edilmiş, ihmal edilmiş çocuklardır. Bunlardan yarın zalimler ve katiller çıkacaktır. Sokak, yarınki hayat bahçemizin fidanlığıdır.

Çocuğa merhamet, telkin yoluyla aşılanarak ruhi varlığındaki hayvani ve hoyrat unsurlar ayıklandıktan sonra, ona hizmet ve fedakârlık denemeleri yaptırılmalıdır. Çocuğa, her yaşa uygun ölçüde, arkadaşlarına ve başkalarına yardım vazifesi yüklenmelidir. Bu ödev, onda sevgi oluncaya kadar, usanmadan yaptırılacak telkinlerin önemi pek büyüktür. Psikoloji ilmi, zamanımızda telkinin her sahada büyük tesirlerini ortaya koymuş bulunuyor.

Çocuğa sadece daha iyi metotlarla, daha kolay öğrenmeyi öğretmek, ilkokulun ilk ve asıl hedefi değildir. İlkokul, çocuğu bilgin adayı olarak değil, olgun insan, ahlaklı insan adayı olarak ele almalıdır. Devrimiz, insanı hoyratlaştırmaya, zalim ve insafsız, gaddar ve sevgisiz yapmaya kabiliyetli bir devirdir. Zira daima ilerleme yolunda yürüyen insanlığın kılavuzu, kalpsiz, vicdansız bir varlık olan makinedir. Makineye şahsiyet verilemez. Biz şahsiyet sahibi insanlar yetiştirme yolundayız. İlkokulun ilk ve asıl işi bu olmalıdır. Çocuğu hem aşağılık duygusundan hem de hoyratlık ve saldırganlıktan koruyucu ruhi telkine, onun bütün ruh yapısı açık bulundurulmalıdır. Biz ilkokulda tahsilden önce hayâyı pekiyi bilen, kendini bilen, cesur, fedakâr, vatansever, imanlı bir nesle ilkokulun kutsal kapısını açmak zorundayız.

ORTA ÖĞRETİM:


Orta öğretimden şu gayeleri bekliyoruz.

1. Genel kültür vermek. Medeni adam, düşünen adam olmak için, hayatın her alanında, insan ruh ve zekâsının nüfuz edebildiği bilgilerin hepsinden bir ortalama edinmek lazımdır.

2. Her ilimden bir çeşni tattırmak. Liseyi bitiren gençlerin çoğu yüksek tahsile devam edeceklerdir. Orta öğretimin gayesi ihtisas öğretimine hazırlamaktır. Lise sınıflarında, ilimlerin hepsinden birer parça tadarak kendi kabiliyetini sezip keşfetmek ve ona ait ufak bir hazırlıkta bulunmak lazımdır. Liseden çıkan genç kendi ihtisasının fakültesine ayrılınca, uzun yıllar içinde edindiği bilgileri oraya pek az zamanda alabiliyor.

3. Ruhun bütün melekelerini birbirleriyle düzenli olarak inkişaf ettirmek. Orta öğretimin ulaştıracağı gayelerin en önemli ve değerlisi budur. Başka başka dersler, her biri kendi mevzuunun kuvvetleriyle gencin ruhuna nüfuz ederek onda, her taraftan adım adım ilerleyen kuvvetler halinde, bir genişleme ve bir yapıcılık kudreti tattırırlar. Yalnız zekâ değil, duygular ve dilekler de, bütün eserini mektepte vermeseler bile, mektebin eseridirler.

Orta öğretimde programlar, kavranamayacak kadar yüklüdür. Çok mikyasta ezbercilikle işleri halletmek zorunda bırakıyor. Derslerin sayısı çoktur. Talebe zekâsının benimseyebilme kudretlerini çok aşkındır. Genci fikir hamalı haline getiren bu hadise, lisenin son üç sınıfında daha fazla göze çarpıyor.

Edebiyat dersinde esas eskiden metin şerhi idi. Şimdi de edebiyat tarihidir. Her ikisi de bu derse esas oldukları müddetçe faydasızdır ve bu dersten beklenen gayeye, yani genç ruhlarda sanat kültürü, güzellik heyecanı, ruh sevgisi uyandırma kabiliyetidir.

Tarih dersi ise tam manasıyla bir vakanüvislik veya masalcılık, geçmişe ait bir dedikodu, yani efsanecilik halindedir. Gördüğü iş, maziye küfredip hal için meddahlık ve dalkavukluk egzersizi yapmak ve bu gaye uğrunda hafızaları zorlayıp genç zekâları çürütmektir. Buradaki gerek bilim gerek ahlak hezeyanını ortadan kaldırmak için, tarihin olaylarını geçmişe ait değil de hal içinde yaşayan şeyler gibi ele almak lazımdır. Tarih öğretiminde temel ise olaylar arasında nedensellik bağıntısı kurmak olmalıdır. Tarihte temel olarak olayların zaman sırasına bağlanması, gayesiz bir masalcılıktan ileri götürmez. Edebiyat hocası estetik ve ruhbilim bildiği gibi, günün tarih hocası sosyoloji bilmelidir. Sosyoloji, tarih dersi gibi sebeplerle açıklayıcı bir bilimdir. O cemiyeti hayatını çevirmekte olan bütün olayları eleştirerek vatandaş için en lazım derslerden biridir.

Matematik, zihinde bir kudretin, sonsuzluk içinde bir ölçü kudretinin, bütün ile orantılara dayanan bir düzen halinin, her türlü incelik basamaklarında yükselebilen bir dinamizmin keşfedilmesidir. Orantılı bir düzen aynı zamanda ruhun yaşayışına estetik bir karakter getirir. Estetik zevkin belki ilk basamağında bulunan yaratma sevincini duyurur. Formüllerle teoremler ezberleten hoca, matematiği öldürmüş, genç zekâyı karartmış demektir. O, sıfırcılığı ile şöhret kazanmak için dersinin güçlüğü ile övünedursun, ileride bu gençlere felsefe öğretmeyi de çok güçleştirmiş olan zararlı bir mürebbidir. Matematiğin muamma haline geldiği, talebeye aman dedirttiği yerde matematik öğretmesini bilen yok demektir. Liselerimizdeki matematik hastalığının sebebi budur.

Fizik ve coğrafya dersleri, dünyamızla fizik kâinatının kanunlarını tanıtan derslerdir. Fizikte formüller ezberletmek gibi coğrafya dersinde şehirler, miktarlar, bölümler, isimler ezberletmek tam manası ile değersiz gayretlerdir. Fizikte madde dünyası bütün karakterleri ve kanunları bilinmeli, coğrafyada ise dünyamızı kuşatan olaylar tasvir ile değil, izah yolu ile anlatılmalı harita okumak öğretilmelidir.

Gençlerimizin en bayağı ve hayvani zevklerle vücuda tapınıştan ruha yükselebilmesi için liselerde mutlaka sana tarihi okutulmalıdır. Zira okutmazsak gençlerde tabiat aşkı ve ona bağlı olan bütün ruh incelikleri asla doğamaz.

Ekonomi dersi de liselerde okutulmalıdır. Yarının dünyası mutlaka ahlaka bağlı bir ekonomik sistem üzerine kurulacaktır. Ve dünyamızda insanlık yolundaki her harekete düşman olan Yahudi hâkimiyetini yok edebilmek için bu düşmana kendi silahlarıyla karşı koymak, yani ekonomi yönünden yürümek lazımdır. Yarın için ekmeğini alın teriyle kazanan, helal lokma ağzına koyan bir insanlığın temellerini kurmalıyız.

ÜNİVERSİTE:


Milli bünyemizin derinlerine işleyen dertlerinden biri de üniversite meselesidir. Eski Darülfünun’u lağvederek büyük vaatlerle açılan üniversite, gömüldüğü Darülfünuna nazaran her bakımdan gerilemiş durumdadır. Bugünkü parlak yapıların örttüğü iç yüzü, çalışmaları ve eserleri göz önünde tutulunca, ilk açılış nutkunu yapan rektörün ağzı ile Süleymaniye külliyesinin devamı olduğu ifade edilen bu müessesenin, Darülfünundan yüz sene, Süleymaniye külliyesinden dört yüz sene daha geride olduğu görülecektir. Bu gerilik ilim, ahlak ve hukuk alanlarında göze çarpmaktadır.

İlim alanında üniversite asrın ilim hayatına hiçbir eser, bir fikir, yeni bir görüş katamadığı gibi, yaptığı neşriyat çok kere en basit ve iptidai bilgilerin dışına taşmamakta ve bunların yazarları bazen Türk dilini dosdoğru kullanma nasibinden de mahrum bulunmaktadır. Çoğu kere hocaların şahsi menfaat ve şahıslarına hizmet ölçüleriyle yükseltilen elemanlar arasında, değil yalnız sahasına ait bilgilere sahip olma bakımından, hatta üzerinde ihtisasını yaptığı konuda bile salahiyetsiz olanları çok görülmektedir. Bunlar arasında liselerde ortaokullarda ders okutabilecek ilmi salahiyete sahip olmayanları da çoktur. Bazılarının ortaöğretimde okutulmak üzere hazırladığı kitaplar, üniversitedeki gerilik sırrını etrafa yaymak suretiyle bu koca gövdeli müesseseyi gülünç duruma düşürmektedir.

Ahlaki bakımımdan üniversite bir millete meşale tutacak, gençliğe örnek olacak durumdan çok uzaklarda bulunuyor. Asistanlarını özel kliniklerinde çalıştıran, üniversite laboratuarlarındaki aletleri, kendi kliniklerinde kullanan, üniversite kliniklerinde haftanın birkaç saatinde lütfen gözüken profesörler, gelecek nesillere örnek olamazlar. Kendisinin isteklerine amade olmayan asistanı tekmeleyen, küfürler savuran hoca, neslin mürebbisi olamaz.

İkinci Dünya Harbinde Paris’in Almanlar tarafından işgal edildiği günün akşamı, Bordeux’ya sığınan Fransız devlet başkanı Petrain radyoda şöyle demişti: “Dostlarım, zevk bizi mahvetti!...” tarihin şu geçit anında ben de şuna inanıyor ve şöyle söylüyorum: “Hevesler ve hırslar bizi helak ediyor!..” Tüccar kazanç hırsıyla sarhoş, gençlik dünya akımlarının peşindedir. Halk her akşam kendini eğlendiren bedbaht şarkıcının hayranı, okul çağındaki delikanlının kafası istikbalin yüksek kazanç ve münasebetsiz maaş hesapları ile yüklü. Profesör klinik ve özel üniversite ticaretinin hastası olmuş, kolejli kızını Avrupa seyahatine göndermek isteyen baba, eski hükümdar sofralarının israfı her yerde… Başkasına değil kendi kendimize zulüm olan bütün bu afetlerin, bu musibetlerin temizleyicisi, ruhların kurtarıcısı olması lazım gelen üniversite ise ilme koşan gençliğini berhava ediyor.

OKULLARIMIZDA DİN VE AHLAK EĞİTİMİ:


Din eğitimi her şeyden önce bir kalp eğitimidir. Gerçekte din, psikoloji ile metafiziğin karışımıdır. Dini yaşayış psikoloji ile yani kendini düşünmekle başlar. Böylelikle elde edilen nefsin bilgisinden Rabbin bilgisine yükseltici bir metafiziğe ulaştırır. Sonunda Allah’a teslim olarak onun bizim üzerimizdeki mutlak hâkimiyetini kabul edici sığınma halinde sürekli bir şevkle yaşatıcı yine psikolojik, yani ruhsal bir hayat ve hareket sistemi oluşur. Böyle bir hali bizde yaşatmaya yardımcı olan beden hareketlerine ibadet derler. Hakikatte ibadet, bu beden hareketlerinin kendisi değildir. İbadet şevk ve aşk ile tereddütsüz Allah’a teslim olmadır. Beden hareketleri, psikolojik bir kaide olan bedenin ruh üzerine tesirini sağlayıcı ve arttırıcı sistem halinde emrolunmuş bir takım unsurlardır. Bu unsurların en mükemmeli İslam’ın namaz ve dua hallerinde göze çarpar.

Din müspet ilim değildir. Dinin hakikatleri deneyle açıklanmaz ve dinde deneyle kontrolü yapılabilin evrensel kanunlara ulaşılmaz. Matematikte olduğu gibi dinde aklın yapısına bağıl prensipler de yoktur. Onun prensipleri vicdanın yapısına bağlıdır; ilham ve inançlarla beslenir. Bütün hayat tecrübelerimizin yükseldiği sonsuzluktan tekrar varlığımıza dönen ilahi bir aks-ı seda halinde benliğimizi kucaklar. Sonsuzluğun kollarıyla kucaklanma ruh için sonsuz kuvvet kaynağıdır. Durkheim’in bu manada “din insanlar için bilgi kaynağı değildir, kuvvet kaynağıdır” deyişi bu hakikati ortaya koyucudur. Dindar adam başkalarından daha iyi bilen değildir, daha ziyade kuvvetli olandır. İnsana yalnız dinin sağlayabildiği bu ruh kuvveti, içimizden bizi Allaha doğru götüren enerjinin kaynağıdır. Tasavvuf ehlini bu ruh dünyasının atleti yapan bu kuvvetle yürüyüş gerçek dinin yolunda yürüyüştür. Dünyamızın bu günkü buhranı temelinde bir din buhranıdır ve bunun sebebi de din adamlarının ihaneti olmuştur.

Din bir mantık sistemi de değildir. Aklın prensipleriyle ilahi hakikatleri kavramaya çalışmak boşuna gayret olduğu gibi, aklın anlamaktan aciz olduğu dini hakikatlerin inkârı da, aklın sınırlarını bilmeyişten ileri gelen kibirle cehalet karışığı bir şaşkınlıktır. Akıl belki bir merdivendir; akılsızlıkla Allah’a varılmaz; ancak akıl merdiveninin bütün basamakları aşıldıktan sonra onu bırakıp kalp ve ilham kanadının açılmasına ihtiyaç vardır. Aşk yolunda yürüyerek değil, uçarak ilerlenir. Aşk ile ulaşılan bu içsel halin sadece bir temaşa olduğu zannedilmesin. O bizde zaman, hayat ve hareket olur. Eşyanın gerçeğini gölgede bırakan bir gerçek olur. Mevlana’nın: “Mustafa’nın önünde aklanı kurban et!” sözü bu yolda anlaşılmalıdır.

Din bir dünya saltanatı değildir. Onun siyasetle ilişkisi olamaz. Tarihimizde şeyhülislamlık müessesesinin din adına sahip olduğu iktidar ile siyaset yapması, devletin olduğu gibi dinin de içten çökmesinin başta gelen sebebi olmuştur. Dini makam, ikaz, irşat ve Hakka işaret yeridir, yumruk ve süngü idareciliği değildir.

Din bir meslek olamaz; o insanlığımızın cevheridir. Bir kısım insanların din adamı diye ayrı bir içtimai sınıf meydana getirmeleri, dini bir dünya sanatı haline koyulmasına yol açmıştır. Hepimiz din adamıyız, hep Allah yolunda olmamız gerekiyor. Bu yoldan uzaklaşanları uyarmak hepimizin işi olmalıdır. Bu iş ilimle değil, irşatla olur. Şu halde din bir irşat mesleğidir diyebiriz. İrşat, Allaha götüren yolu aydınlatmaktır; bedene değil, ruha çevrilir. Peygamber ve ashap devrinde hoca ve din adamı sınıfı yoktu. Bugün İslam’ı kurtarmak için aynı samimiyet ve ihlâs devrine dönmemiz lazım geliyor.

Ahlak vericilikte en esaslı iş, örnek olmaktır. Şu halde mürebbi yani muallim ve müdürler, talebeye örnek olmalıdır. Gence kazandıracağımız ahlakı, ona ancak kendi hareketlerimizle aşılayabiliriz. Gençler iyilik ve fenalıklarıyla, mürebbilerin manevi varlıklarının bir nevi çıkartmasıdırlar. Biz onlarda kendimizi gördüğümüzü unutmayalım. Birer ahlak ülküsü olan dinlerde veliler örnektirler, nazariyeler vat etmezler. Ve ruh terbiyesi yolunda halkı zorlamadıkları halde, halk onların arkasından koşar. Sade varlıkları bir çağırıştır, bir kuvvettir. Varlığımızın, yetiştireceğimiz nesil için bir kuvvet olmasına çalışalım. Özümüz ile sözlerimiz arasındaki başkalık, genç ruhlar için en müthiş zehir tesirini yapar. Gençlik karşısında imtihan vermekte olduğumuzu unutmayalım.

Bugün okulu sadece bir atölye, bir laboratuar haline getirmek isteyen gizli kuvvet, onun esaslı olan insan varlığını yok etmeye çalışmaktadır. Şüphe yok ki, tekniğin zamanımızda büyük önemi vardır ve onu ilerletmeye çalışmak da vazifelerimiz arasındadır. Ancak okuldan insanı kovarak sadece tekniği geliştirmek ve insanı tanıtacak olan ilimlerden de insanı çıkarmak, tekniği insanın üstüne yükselttikten sonra tekniğin ayakları altında ezilmek insanın ve insanlığın yükselişi değildir. Bu, insanın yıkılışıdır ve insanlığını yıkılışı bu felaketli adımdan doğacaktır.

Bütün büyük medeniyetler, insanlığın manevi kudretinin hayata hâkim olmasıyla meydana çıkmıştır. İlk çağın Çin ve Mısır medeniyetleri, İslam medeniyeti, rönesanstan romantizme ulaştıran Avrupa medeniyeti gibi. Maddeye üstünlük sağlayan ilerleyişler, medeniyetler yıkmıştır. İlk çağın renk renk donatılmış hayat ağacını kaba bir kılıç darbesiyle deviren barbarlar, maddi kuvvetin harikası idiler. Orta çağda din adı ile gerçek imanın dünyasını devirmeye azmeden Haçlılar da daha önce benzeri görülmeyen maddi iktidarı yaşatıyorlardı. Her ikisi de medeniyet yıkıcı oldular. Batının XIX. Asra kadar şahane yükselişinin sırrını da ilim, felsefe ve sanat alanlarındaki manevi gücünün ortaya koyduğu harikada aramak lazımdır.

Asrımızda kendini gösteren, son yıllarda ise göz kamaştırıcı ve ürpertici hal alan buhran, bütün dünyayı sarsan kasırga ve yıkım batının manevi yapısındaki çöküntünün aşikâr mahsulüdür. Bütün batılı düşünürlerin, bütün gören gözlerin itiraf ettiği hakikat şudur ki, batıda teknik gücü, başka adıyla söylenirse makineleşme hareketi ağır basmış, önce ahlakı esareti altına almıştır. Şimdi onu hayat meydanından tamamen dışarı atmak istiyor.

Sokrat, Avrupa medeniyetine temel olan eski Yunan kültürün yükseltirken yaptığı iş, felsefeyi fizikten yani maddenin bilgisinden ahlaka yükseltmek oldu.

Yarım asra yakın bir zamandan beri maarifimizin bütün gayreti, bütün imkânları, öğretimi ve gençliğin terbiyesini ahlaktan fiziğe yani maddenin bilgisine inandırmak olmuştur. Zamanımızda bütünüyle benimsenen Amerikan terbiyesi ve teknik hâkimiyetinin okullarımıza ve öğretime yerleşmekte olduğunu görüyoruz. Amerikan kültür ve zihniyeti, İslam ruh ve ahlakının büyük ve ebedi eserlerine de musallat olmuştur. Yarım ilim ve yarım ahlak her felaketi getirebilir. Riyayı alkışlamak değil, hakkı aydınlatmak kutsal vazifemizdir.

Önce şu hakikati aydınlatmak isteriz ki, hakikat aşkında başka bir şey olmayan ilim ve felsefe ile hakka teslim olmanın yolu olan din, birbiriyle çatışmak şöyle dursun, birbirlerini tamamlar. Hakikatin araştırılmasını ilim yolu ile başlayan insan, mutlağın şuuruna felsefede ulaşır, onun bizzat yaşanması ise dinin dünyasında gerçekleşir. Bizim ruhi ve manevi irşadımız ilim sayesindedir. O, kurtarıcımızdır. Manevi varlığımız için tehlikeli olan, ilmin hakikat mürşidi olmaktan çıkarak teknik yani tatbikat için, pratik menfaatlerimiz için alet haline getirilmesidir; maddi menfaat ve teknik cihazının insanda hakikat sevgisini esareti altına almasıdır; böylelikle zalim menfaatlerin kurduğu madde saltanatının ebedilik yolunu tıkamış olmasıdır.

Bilindiği gibi okulda insan ruhuna çevrilmesi bakımından iki zümre dersler okutulur. Maddi kültür ve manevi kültür dersleri. Bunların ikisi arasında denkleşmeyi sağlamak, eğitimde esaslı davadır. Bizim için madde ihtiyaç, mana iktidardır. Yarım asırdan beri ufaltıla ufaltıla, yıpratıla yıpratıla bu günkü okulda serçe kanadından daha sıska kalan kültür, manevi kültürdür. Maddi kültür ise bizzat kendisinin de temeli olan hakikat aşkından ayrılarak kutsallaştırılmaktadır.

Manevi kültür, insana, sanata, cemiyete ve tarihe uzanır. Onun özü, insan sevgisidir. Gayesi Allah sevgisidir. O, yalnız bir ders içinde verilmez. Sanat ve edebiyat, yurttaşlık, tarih ve felsefe derslerinin hepsi, manevi kültür dersleridir. Onu yalnız bir dersin içine sıkıştırmak, kendi hayatından, kendi dünyasından ve bizzat kendi özünden ayırmaktır. Hayat cevherini, barındığı hücreden ayırmaktır. Ayrıldığı yerde hayatiyeti kaybolacaktır. Okullarda din ile ahlakın yüksek şuuru, manevi kültür derslerinin hepsi ile birlikte verilecektir. Tarih ve sanat tarihi derslerinde, büyük mazimizin iman ve hamiyet hamlesi ruhları kımıldatılmalıdır. Din ve ahlak eğitiminin yalnız bir derste verilmeyeceği aşikârdır. Çünkü bunlar varlığımızın her sahasına nüfuz etmiştir. Ve bütün hareketlerimizde yaşamaktadırlar. Yalnız yürekler parçalayıcı bir sahne karşısında ahlaklı ve sade ibadette dindar olunmaz. Ahlak ve dindarlık bütün hareketlerimizde, insanlarla her temasımızda meydana çıkan hadisedir.

Din ve ahlak kültürümüzün değerlendirilmesi ve yükseltilmesi yukarıda belirtmeye çalıştığım esaslı gayelerine uygun okutulmalarıyla kabil olan iştir. Onların eserini tamamlamak için yeni dersler de konabilir. İlk ve orta öğretimde yurttaşlık derslerinin ahlak dersi haline getirilmesi lüzumludur. Lise son sınıflarında felsefi disiplin olarak ayrıca ahlak dersleri de okutulmalıdır. Din dersi ilkokulda, dini menkıbeler ve ahlak aşısı halinde her sınıfta okutulmalıdır. Ortaokulda geniş ve tam, İslam medeniyeti tarihi okutulmalı, temel akait bilgisi verilmelidir. Lise bölümünde Kur’an dan parçalar izah edilmeli ve İslam felsefesi okutulmalıdır.

Son olarak bütün ilköğretim ve liselerde yapılamakta olan din derslerinin manasızlığına işaret etmek istiyoruz. Bugün ismi öğrenci karnelerinin en altına yazılan din dersleri, özellikle yaşı biraz ilerlemiş gençlerde dini küçümsemekten başka bir işe yaramıyor. Dini tatbikata ait kaidelerin öğretilmesi, çocuğa dini ruh ve hürmet aşılayamaz. Din, bütün hareketlerimizin dışında kalan bir hayat ve hareket alanı, bir ihtisas konusu değildir ki, ayrı bir ders ve öğretim yapılsın. Bu okullarda din kültürünü, bütün kültür derslerinin içinde, felsefe, tarih ve edebiyat derslerinde vermek en doğru yoldur. Felsefe, dinin mukadderat metafiziği olan özüne değinecek ve ona götüren yola aklın aydınlıklarını serpecektir. Edebiyat, en kuvvetli din aşısı yapacak kültürü verir. Yunus’tan, Akif’e kadar, gençlere dini ruhu heyecan halinde aşılayacak en kuvvetli vasıta edebiyattır. Tarihe gelince, İslam tarihi içinde olduğu kadar, Selçuklularla Osmanlıların yani Anadolu’nun tarihinde İslam’ın ruhunu hayat ve hareket halinde tanıtarak sevdirecek sayısız örnekler vardır. Büyük peygamberimizin hayatından başlayarak Hz. Ömer’den geçen ve Alparslan’ın, Osman Beyin, Muratların, Fatihin, Yavuzun ve bunlar gibi daha pek çok hükümdarların insanlık tarihine vermiş oldukları eşsiz örneklerin bilgisiyle bezenen genç ruhların İslam ahlakını, aşk ile benimsemeleri beklenir. Ayrıca bir din dersine lüzum yoktur. Din, bütün duygularımızla hareketlerimize ve bütün varlığımıza sindirilmesi gereken bir kültürdür, bir aşıdır, damarlarımızda dolaşan ve insanlarla temasımızda kendini gösteren bir cevherdir. Sadece Kuranın ezbere okunması, mabetteki merasim, hac ticaretleri, cehennem ve azap tehditleri dinin dairesi dışındadır. Din eğitimini, bugünkünün tam tersine, Allah istikametine doğru çevirmek, onu hakikatine ulaştırmaktır.

EMEĞİ GEÇENLERE TEŞEKKÜRLERİMİZLE...

Müfîd Ne Demektir?

İfâde eden, meramı güzel anlatan. Mânalı, mânidâr. Faydalı, faydayı mucib olan. Mütâlâsından istifade olunan.